Soru Sor
Sorunu sor hemen cevaplansın.
Ancak bu tespit, daha önceki asırlarda topluma dair fikirler öne süren düşünürlerin olmadığı anlamına gelmez. Eski Yunan filozoflarından, Orta Çağ İslam âlimlerine ve on sekizinci yüzyıldaki Aydınlanmacı düşünürlere kadar birçok düşünür sosyolojinin temel konularına dair değişik fikirler serdetmişlerdir. Giriş dersinde, sosyolojinin kurulması sürecinde belirgin etkileri olan bu düşünürlerden temsil kabiliyeti olan Aristo, Augustinus, İbn Haldun, Hobbes, Locke ve Rousseau’nun düşünceleri ana hatlarıyla ele alınacaktır.
Yunan düşünüre göre sitenin, diğer bir deyişle toplumsal-siyasal yaşamın ortaya çıkışında ikinci etken iyi yaşama arzusudur. Bu arzularına ulaşabilmek için insanlar karşılıklı yardımlaşmak, başka bir ifadeyle dayanışmak durumundadırlar.
Aristo’nun toplumun kökenine dair üzerinde durduğu son etken ise ortak yaşam arzusudur: Politik bir hayvan ve sosyal bir varlık olan insan, tabiata bakarak, iyi ve kötünün bilgisine sahip olmuş, böylece karşılıklı yardımlaşma ihtiyacından bağımsız olarak toplum fikrine ulaşmıştır1 .
Yine aynı eserinde Aristo, özellikle XIX. yüzyıl sosyolojisine damgasını vuracak olan “ilerleme” konusuna da temas etmektedir. Aristo’ya göre değişime neden olan şey, daha iyi bir yaşamın da önkoşulu olan “yardımlaşma”dır. Politika’nın başında bir şeyi en doğru anlayabilmenin yolunun onun orijinine – ya da en ilkel haline – bakmak olduğunu yazan Yunan düşünür, sosyal ve siyasal ilerlemeyi sırasıyla üç aşamada inceler: aile, cemaat (köy) ve site (devlet)2 . Aristo’ya göre site, toplumsal değişimin veya ilerlemenin son safhasıdır; diğer bir ifadeyle toplumsal ilerlemenin varacağı son evre devlettir. Politika’nın birinci kitabında, devletin doğuşuyla ilgili sayfalarda şöyle yazar:
“Sitenin varlığı, tıpkı ilk köylerinki gibi tabiidir; site, köyün bir neticesidir. Zira bir şeyin doğası onun amacıdır. Bir şeyin gelişimi tamamlandığında biz, o şeyin doğası diyoruz, örneğin bir insanın, bir atın, bir ailenin...”3.
Kuzey Afrika’daki kısa ömürlü küçük devletlerin gelişme ve çöküş dönemlerine şahit olan İbn Haldun, gözlemlerini meşhur eseri Mukaddime’de kaleme almıştır5 . İbn Haldun’a göre tarihin görünür yüzünde bir dizi olaylar yer alırken, tarihin asıl manası gizli yüzündedir. Mukaddime’nin girişinde sırf nakil ve söylentilere dayanan bir tarih bilimine güvenilemeyeceğini, çeşitli milletlerin ve devletlerin gelişimlerinin peş peşe sıralanmasının tarihi anlamaya hiç bir katkı sağlamayacağını belirtir. Önemli olan bu gelişmenin sırrını kavramaktır. Nakledilen bilgilerin ve olayların bir mantık süzgecinden geçirilip, gerçeğe uygun olup olmadığını anlamak gerekir. Bu görüşleriyle İbn Haldun, modern historiografiye (bilimsel tarih yazımı) çok yaklaşan kuramsal-yöntemsel bir tutum sergilemiştir.
Peki, toplumların gelişip değişmesiyle ilgili bu mantık süzgeci nedir? Kuzey Afrikalı düşünüre göre tarihin gerçek bilgisine ulaşabilmek için sosyal olay ve olguların objektif gözleminden işe başlamak gerekir. Uygarlık ve toplulukların çeşitleri, zaman içindeki değişimleri ve bu değişimlerin nedenleri incelenmelidir. İşte bunu yapacak bir bilime ihtiyaç vardır. İbn Haldun, ilk kez kendisi tarafından kurulduğunu belirttiği bu ilme “Ümran İlmi” adını vermiştir. Böylece bir taraftan bilimsel tarihçiliğe, diğer taraftan da sosyolojiye oldukça yaklaşmıştır. İbn Haldun bu yeni bilimin araştıracağı konuları şöyle özetler: geçmiş çağlarda yaşamış kavimlerin durumları ve yaşayışlarında meydana gelen değişiklikler; bu kavimlerin idareyi ve ülkeyi ellerine geçirmelerinin sebepleri; insan topluluklarının tabiatları, yerleşik veya göçebe hayat, göçler ve nüfus hareketleri; devletlerin kuruluşu, kuvvet kazanmaları ve çökmeleri; üretim ve tüketim; bilim, sanat, ticaret; zamanın akışı içerisinde bu sayılan durumların değişmesi ve değişmelerin sebeplerinin incelenmesi.
İbn Haldun’un tarih yazıcılığı ve sosyoloji açısından önemi, ilk kez somut tarihsel olaylar arasındaki nedensellikten bahsetmesidir. Orta Çağ İslam düşünürü, nedenselliği tarihe uygulayarak, diğer bir deyişle olaylar arasında geriye dönük bağlantılar kurarak tarihe ve toplumlara ilişkin yasalar bulmaya çalışmıştır. Ona göre, tarihsel olayların doğruluklarını denetleyebilmek ancak böylelikle mümkün olabilmektedir.
İbn Haldun, toplumların sürekli bir değişim ve çatışma içinde olduklarını ileri sürer. Devleti de toplumsal bir olay değerlendirir ve inceler. Toplumun kökeni, insanın toplumsal bir varlık olmasına dayanır. Bir arada yaşama zorunluluğu, diğer bir ifadeyle toplum olma durumu, dayanışma ihtiyacından doğmuştur. İnsanlar, doğal zorluklarla baş edebilmek için bir arada (toplum olarak) yaşamak zorundadırlar. Toplumlar arasındaki farklar ise coğrafi şartlar ve iklim koşullarından kaynaklanmaktadır.
Bu düşüncelerinden hareketle İbn Haldun, iki toplum tipinden bahsetmiştir: göçebe toplumlar ve yerleşik toplumlar. Sosyal dinamik, diğer bir deyişle toplumsal değişme, bu iki toplum tipi arasındaki diyalektik çatışmadan kaynaklanmaktadır. Yerleşik toplumlar zamanla gevşer ve yozlaşır. Bu toplumlarda yaşayan insanlar zevk ve rahata düşkün hale gelirler. Göçebeler ise daha savaşçıdırlar ve aralarındaki bağ (asabiye) daha kuvvetlidir. Zamanla zenginleşen ve güç kazanan göçebe toplumlar, yerleşik uygarlıklar kurarlar ya da yerleşik uygarlıkları yıkarak yerlerine geçerler.
Göçebe toplumlarda düzeni yaratan sosyal ilişki/bağ veya İbn Haldun’un ifadesiyle “asabiye”, aynı zümreye mensup olmanın yarattığı dayanışmadan doğar. Bu bağ önce kabiledeki akrabalık ilişkilerinden doğar. Kabile geliştikçe, içine farklı soylar dâhil olunca, asabiye dar anlamda bir akrabalık bağı olmaktan çıkar geniş anlamda bir kavim ve kabile bağı halini alır. Göçebe toplumlarda düzenin kurulmasında, asabiye bağının yanı sıra şeflerin otoritesinin payı da vardır. Şefle kabile üyeleri arasındaki bağ, kendiliğinden doğan ve örfi kurallarla desteklenen bir bağdır. Devlet örgütüne sahip yerleşik toplumların tersine, göçebe toplumlarda şefin emrinde askeri bir güç bulunmaz.
Toplumun yerleşik bir düzene geçişiyle birlikte devlet doğar. Yerleşik uygarlık sürecine geçişle kabileler (soylar) birbiriyle kaynaşır/karışır ve nüfus artar. Ayrıca toplumda servet birikimi ortaya çıkar. Bu yeni durumda, düzeni sağlamak için asabiye artık yeterli değildir. Merkezi bir baskı ve kontrol aracına ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı karşılamak üzere siyasi iktidar (devlet) doğar.
İbn Haldun’a göre devlet, birbirleriyle rekabet ve mücadele halindeki kabilelerden birinin diğerlerine üstün gelmesi ve onlar üzerine üstünlük kurmasıyla başlar. Devlet toplumdan farklı bir kategoridir. Toplum, insanların birbirlerine yardım etmeleri zorunluluğundan doğmuştur. Devlet fikri ise, insanı hemcinslerinin saldırı ve zulmüne karşı koruma gereğinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İnsanlar diğer hemcinslerinin tecavüzünden korunabilmek için bir yasakçıya ihtiyaç duyar ve onun otoritesine boyun eğerler. Devletin ortaya çıkışı sosyal bir olaydır ve tıpkı toplum gibi, bir zorunluluktan ileri gelmektedir.
İbn Haldun’un tüm bu tespitleri, onun gözlemci yönünü ortaya koymaktadır. Devleti meydana getiren neden veya zorunlulukları, sosyal olaylarla açıklama eğiliminde olan bu İslam düşünürü, Mukaddime adlı eserinde devletlerin ve medeniyetlerin Arap-Müslüman dünyasında geçtikleri aşamaları döngüsel bir şekilde tasvir eder. İbn Haldun’a göre bir hükümdarlığın geçtiği beş aşama vardır: Birinci aşama, hükümdarın halkı ile birlikte hareket ettiği, zafer kazanılan ve devlet kurulan evredir; ikinci aşamada olası rakipler ortadan kaldırılır ve iktidar sağlamlaştırılır; üçüncü aşama feragat ve rahatlık çağıdır, hem yöneten hem de yönetilenler bolluk içindedir, hükümdarlar tek başlarına kendi düşünceleriyle iş görür; dördüncü evrede hükümdar seleflerinin yolundan giderek onların kazanımlarını korumaya çalışır ve barışı korur; beşinci ve son aşama ise israf ve saçıp dağıtma çağıdır, hükümdar kendinden önceki kazanımları kendi zevkleri uğruna dağıtır, hükümdarlığa katkısı olanları görevden uzaklaştırır, ordu teşkilatı bozulur ve nihayet devlet tedavisi mümkün olmayan hastalığa tutulur ve yıkılır6.
İbn Haldun’un kuruluş, ilerleme, doruk noktası, çöküş ve yok olma şeklinde birbirini takip eden aşamalarla tanımladığı bir devletin hayatı, insan hayatı ile çok büyük benzerlikler taşımaktadır. Zaten kendisi de bir devletin doğal ömrü ile herhangi bir insanınki arasında benzerlik kurar ve devlet ömrünün çoğunlukla üç insan neslinin yaşadığı süreyi, yani yaklaşık 120 yılı geçmeyeceğini belirtir. Devleti kuran ilk nesildir; ikinci nesil bolluk ve refah içinde yaşar ve yerleşik hayata alışır, ancak daha sonraki süreçte zaferler kesintiye uğrar; refah içinde yaşamaya alışan üçüncü kuşak ise devletlerini koruyamazlar ve devlet bu üç nesilde ihtiyarlık ve yıkılma çağına gelir, nihayet herhangi bir kuvvet saldırdığı takdirde devleti koruyacak ve karşı koyacak kuvvet bulunmayacak, devlet yıkılacaktır7. Ancak, İbn Haldun her ne kadar bir medeniyetin gelişim süreci ile bir canlının biyolojik döngüsü arasında karşılaştırmaya gitse de hükümdarlık için çöküş, doğal ölüm anlamına gelmemektedir. Söz konusu hükümdarlık, kendisini fetheden başka bir toplumun egemenliğine geçmektedir. Fethi gerçekleştiren yeni toplum ise yeni bir devletin temellerini atar ve yeni bir döngü başlar.
İbn Haldun’un yaşadığı döneme kadarki tarihsel süreci analiz ederek oluşturduğu yaklaşım gerek Osmanlı düşünürleri gerekse Batılı sosyal bilimciler arasında da yankı bulmuştur. Naîmâ (1655-1716) örneğinde olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun XVIII. yüzyılda içinde bulunduğu durumu anlamlandırmada İbn Haldun’un tarih yaklaşımına başvurulmuştur8. Naîmâ bir devletin hayatında beş aşama öngörür: Kuruluş dönemini iktidarın sağlamlaştırıldığı dönem takip eder, üçüncü aşamada huzur ve rahatlık hâkimdir, daha sonra bolluk ve aşırılıklar dönemi gelir ve nihayet çözülme dönemi ile hükümranlık yıkılır. Bu dönemlendirmeye göre 1683 yılındaki ikinci Viyana kuşatması ile Osmanlı İmparatorluğu dördüncü aşamaya, yani aşırılıklar dönemine girmiştir9.
Naîmâ’nın bu yaklaşımında İbn Haldun’un izleri açık bir şekilde görülür, ancak, bu benzerliğe rağmen temel bir farklılık vardır. İmparatorluğun askerî başarısızlıklar ve toprak kayıpları yaşadığı dönemden itibaren yapılan analizler her ne kadar İbn Haldun’unkiler ile paralellikler sunsa da, Osmanlı devlet adamlarının yaklaşımlarını belirleyen siyasal sistemdeki dengeyi ve bu dengeden hareketle toplumsal uyumu koruma amaçlarıdır. Diğer bir ifadeyle amaç, sadece sorunları tespit etmek değil, aynı zamanda iktisadî, siyasî ve toplumsal sorunlara çözüm önerileri getirmektir. İbn Haldun’un döngüsel şemasından hareket eden, fakat bu şemayı Osmanlı İmparatorluğu’na uygulamaya çalışan devlet adamları, devletin “sağlığını” kaybetmemesi ya da yeniden kazanması için birtakım öneriler sunmuşlardır. Oysa İbn Haldun için imparatorlukların yıkılması sürecin doğasında vardır, yani yıkılma bir kaza değil kaçınılmaz bir sondur10. Nitekim Fransız jeopolitika uzmanı Yves Lacoste, İbn Haldun’dan hareketle şu açıklamaları yapmaktadır: “Canlı organizma, yaratılışından itibaren ölümün mikroplarını içinde barındırır. Hayatın kaçınılmaz gelişimi, ölümün kaçınılmaz gelişimine yol açar. İmparatorluklar için de aynı durum geçerlidir11.”
İngiliz düşünür Hobbes, ülkesinin ve Avrupa’nın yaşadığı genel kargaşa döneminde, kralın yetkilerinin sınırlandırılmasının yanlış olduğunu savunmuş, mutlak iktidarı sağlam temellere oturtmaya çalışmıştır. Hobbes’a göre mutlak iktidar kaynağını, Tanrı’dan değil bireylerin ortak çıkarlarından almalıdır. Hobbes, meşhur eseri Leviathan’da, ruhani ve dünyevi iktidar ayrımına karşı çıkmış, iç barışı sağlayabilmek için egemen gücün, dini ve dünyevi iktidarı tek elde toplaması gerektiğini savunmuştur.
Hobbes’un, devletle ilgili düşüncelerinin hareket noktası “doğal yaşam”dır. Ona göre insanların doğal yaşam sürdükleri – toplumsal bağların ve devletin olmadığı – dönem altın bir çağ olmaktan uzaktır. Tam tersine, devletin henüz olmadığı bu dönemde insanlar cehennem hayatı yaşamaktaydılar. İnsanların eşit ve sınırsız özgür oldukları doğal yaşam koşullarında “İnsan insanın kurdudur” (Homo homini lupus) sözü haklılık kazanmaktadır. İnsanların sürekli bir şekilde birbirlerinden korktukları böyle bir durumda uygarlığın ilerlemesi beklenemez. Hobbes’a göre, insanların birbirini ezdiği bu cehennem hayatına son vermek için bir sözleşme (kontrat) yapmak gerekmiştir. Bu sözleşmeyle insanlar, önceden sahip oldukları sınırsız özgürlüklerine son vermişler; kendilerini temsil edecek ve yönetecek dev insanı (Leviathan yani devlet) yaratmışlardır.
Hobbes’un kavramsallaştırdığı ve XVIII. yüzyıla damgasını vuracak “toplum sözleşmesi”, ilahi yasa ve dinsel egemenlik anlayışını reddeden bir dünya görüşü olarak gelişmişti. Toplum sözleşmesi teorisi, toplumun kökenlerini, sözleşmeye dayalı yükümlülüklere ve karşılıklı toplumsal ilişkilere dayandırmaktaydı. İnsan doğası bu teorinin temel taşıydı. Barışçıl ve birleşmiş bir sivil roplum ancak bireylerin bazı haklarından vazgeçmesi, bunları devlete (Leviathan) devretmeleri ile mümkün olabilirdi.
Toplum sözleşmesi kuramı, insan doğasıyla ilgili toplumdışı görüşlere bağlı kalmayı sürdürmüş ancak XVIII. yüzyıla damgasını vuracak dünyevi toplum teorisinin de yolunu açmıştı. Toplum artık, ilahi eylemin değil, insanların eylemlerinin ürünü olarak kavranıyordu. İngiltere’de iktidara giderek yaklaşan yeni sınıfın sözcülüğünü yapmış olan Locke ise, doğal koşulların daha ziyade barışı, iyi niyeti ve karşılıklı ilişkileri yansıttığını, toplumsal çatışmaların ve uzlaşmaz çıkarların ortaya çıkmasının ise özel mülkiyetin ve dolayısıyla toplumsal eşitsizliğin büyümesinden kaynaklandığını ileri sürüyordu. Locke’a göre doğal yaşama halinde “insan insanın kurdu” değildir; toplumun ve devletin henüz kurulmadığı bu dönem bir cehennem hayatı olarak değerlendirilemez. Aksine bu dönem, doğal özgürlük ve eşitlik dönemidir. İnsanlar bu haklara (özgürlük ve eşitlik) sahip olarak doğarlar. Hükümet Üzerine İki Deneme adlı eserinde, kapitalist üretim tarzının işleyebilmesi için elzem olan ve burjuvazinin ihtiyaç duyduğu kurumların düşünsel temellerini geliştirmeye yönelmişti.
Rousseau ise XVIII. yüzyılda, küçük burjuvazinin ve demokrasinin sözcülüğünü yapmış bir düşünürdür. Büyük burjuvazinin tercihi olan temsili demokrasiyi eleştirir, egemenliğin kaynağı bakımından milli egemenlik prensibini, egemenliğin kullanılması yönünden ise halk egemenliği prensibini savunur. İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Konuşma ve Toplum Sözleşmesi adlı eserlerinde Rousseau, toplumun bir sözleşmeden doğduğunu savunur. Ona göre doğal yaşama halinde insanlar eşit ve özgürdür. Ancak daha fazla şeye sahip olma hırsı ve varlıklı-yoksul ayrımının ortaya çıkması yüzünden mutlu yaşam zamanla sona ermiştir. Rousseau’ya göre toplum hayatında da doğal yaşam durumunda olduğu gibi özgür olunabilecek bir sistem kurmak gerekir. Rousseau’nun hayal ettiği sistemde, toplumu teşkil eden bireylerin ortak iradeleriyle oluşturacakları kuvvet (devlet), bireylerin canlarını ve malları korumalı, ayrıca özgürlüklerini de güvence altına almalıdır.
Yukarıda andığımız XVII. ve XVIII. yüzyıl düşünürlerinin çeşitli sosyolojik temalara temas etmeleri, onlara sosyolog diyebilmemiz için yeterli değildir. XVIII. yüzyıldan önceki felsefeye, ya da daha genel bir ifadeyle düşünce iklimine, zayıf bir toplumsal anlayış egemendi. Toplum, dünyevi kurumları ve süreçleriyle nesnel bir yapı olarak değil, modern devletlerin ve politik yükümlülüklerin oluşumunda, toplum öncesi bireylerin gönüllü boyun eğişi ile toplumdışı güçlerin ürünü olarak tanımlanıyordu. İnsan toplumunun ve toplumsal düzenin temeli olarak insan doğasının vurgulanması, topluma tarihötesi bir sürecin ifadesi olarak bakan görüşe zemin hazırlıyordu. Topluma faklı düzeylerden (politik, ekonomik, kültürel) oluşmuş ve onların özgül, nesnel yasalara göre işlemesine bağlı, karmaşık bir yapı olarak bakan bir anlayış henüz gelişmemişti. Bu anlamıyla sosyolojinin gerçek öncüleri arasında, bir sonraki dersimizin konusu olacak Vico ve Montesquieu’yü saymak daha doğrudur.
2 Aristote, a.g.e., s. 24-28.
3 Aristote, a.g.e., s. 14.
4 Aziz Augustinus’un düşünsel mirası hakkında bkz. Robert A. Nisbet, “Developmentalism: A Critical Analysis”, John C. McKinney, Edward A. Tiryakian (ed.), Theoretical Sociology. Perspectives and Developments, New York, Meredict Corporation, 1970, s. 172; Robert A. Nisbet, Social Change and History. Aspects of the Western Theory of Development, New York, Oxford University Presss, 1969, s. 63-103 ve Karl Jaspers, Les grands philosophes, c. II, Paris, Union Générale d’Édition, 1967, s. 257-264 ve 294-299.
5 Mukaddime, 7 ciltten oluşan dünya tarihi Kitab ül-İber (İbretler Kitabı)’e “Giriş” olarak yazılmıştır. Bkz. İbn Haldun, Mukaddime, çev. Zakir Kadiri Ugan, İstanbul, Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yayınları, 1988.
6 İbn Haldun, a.g.e., c. I, s. 444-447.
7 İbn Haldun, a.g.e., c. I, s. 431-435.
8 Bkz. Cornell Fleischer, “Royal Authority, Dynastic Cyclism, and ‘Ibn Khaldûnism’ in Sixteenth-Century Ottoman Letters”, Journal of Asian and African Studies, XVIII/3-4 (1983), s. 199-201.
9 Norman Itzkowitz, Ottoman Empire and Islamic Tradition, Alfred A. Knopf, New York 1972, s. 100-103.
10 İbn Haldun, a.g.e., c. II, s. 94-96.
11 Yves Lacoste, Ibn Khaldoun. Naissance de l’histoire, passé du tiers monde, Paris, François Maspero, 1978 (1966), s. 163 ve 209.
12 Bu düşünürlerin görüşleri, Siyasal Düşünceler Tarihi derslerimizde daha ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır.
13 Alman düşünür Leibniz (1646-1716), sosyolojinin kurucusu Auguste Comte’un esin kaynaklarındandır. Comte’un geliştirdiği “üç hal kanunu” ve genel olarak dinamik sosyolojinin düşünsel temelleri için bkz. Gottfried Wilhelm Leibnitz, La Monadologie, Paris, Librairie Delagrave, 1930, s. 153.
14 Émile Durkheim, Les règles de la méthode sociologique, Paris, Quadrige/Presse Universitaire de France, 1983 (1. Baskı 1895), s. 98.
Tarih: 2019-09-26 11:07:11 Kategori: Sosyoloji
Soru Tarat
Kitaptan sorunu tarat hemen cevaplansın.
Sorunu sor hemen cevaplansın.
Sosyolojinin Kökenleri Nedir
Giriş
Sosyoloji tarihinin nereden başlatılacağı, sosyolojiden ne anlaşıldığıyla doğrudan ilgilidir. Sosyolojiyi, kendine özgü bir inceleme nesnesi olan özgün bir disiplin; tarih, felsefe, psikoloji, hukuk, iktisat gibi alanlarda gerçekleştirilen çalışmalardan açıkça farklılaşan sistematik bir bilgi; kendine özgü bir metodolojisi ve kavramsal çerçevesi olan bir disiplin olarak algılıyorsak, on dokuzuncu yüzyıldan önce sosyolojiden bahsetmemiz mümkün değildir.Ancak bu tespit, daha önceki asırlarda topluma dair fikirler öne süren düşünürlerin olmadığı anlamına gelmez. Eski Yunan filozoflarından, Orta Çağ İslam âlimlerine ve on sekizinci yüzyıldaki Aydınlanmacı düşünürlere kadar birçok düşünür sosyolojinin temel konularına dair değişik fikirler serdetmişlerdir. Giriş dersinde, sosyolojinin kurulması sürecinde belirgin etkileri olan bu düşünürlerden temsil kabiliyeti olan Aristo, Augustinus, İbn Haldun, Hobbes, Locke ve Rousseau’nun düşünceleri ana hatlarıyla ele alınacaktır.
1. Aristo’nun Toplum Anlayışı: İlerleme Düşüncesinin Kökenleri
M.Ö. IV. yüzyılda yaşamış olan Aristo, Politika adlı eserinde toplumsal yaşamın kökenleri ve sosyolojinin temel ilgi alanlarından biri olan – toplumsal – “değişim” meselesine değinmiştir. Adı geçen eserinde Aristo, toplumun ortaya çıkışında üç etkenin altını çizmiştir: Birincisi gerekliliktir. Site, ailelerin bir araya gelmesiyle oluşan köylerden meydana gelir. Dolayısıyla, sitenin en küçük birimi ailedir. Aile denilen kurum ise gündelik hayatın akışı içinde ortaya çıkan ihtiyaçların karşılanması gerekliliğinden doğar. Bu düşünceden hareketle Aristo, sitenin doğal bir oluşum olduğunu iddia eder.Yunan düşünüre göre sitenin, diğer bir deyişle toplumsal-siyasal yaşamın ortaya çıkışında ikinci etken iyi yaşama arzusudur. Bu arzularına ulaşabilmek için insanlar karşılıklı yardımlaşmak, başka bir ifadeyle dayanışmak durumundadırlar.
Aristo’nun toplumun kökenine dair üzerinde durduğu son etken ise ortak yaşam arzusudur: Politik bir hayvan ve sosyal bir varlık olan insan, tabiata bakarak, iyi ve kötünün bilgisine sahip olmuş, böylece karşılıklı yardımlaşma ihtiyacından bağımsız olarak toplum fikrine ulaşmıştır1 .
Yine aynı eserinde Aristo, özellikle XIX. yüzyıl sosyolojisine damgasını vuracak olan “ilerleme” konusuna da temas etmektedir. Aristo’ya göre değişime neden olan şey, daha iyi bir yaşamın da önkoşulu olan “yardımlaşma”dır. Politika’nın başında bir şeyi en doğru anlayabilmenin yolunun onun orijinine – ya da en ilkel haline – bakmak olduğunu yazan Yunan düşünür, sosyal ve siyasal ilerlemeyi sırasıyla üç aşamada inceler: aile, cemaat (köy) ve site (devlet)2 . Aristo’ya göre site, toplumsal değişimin veya ilerlemenin son safhasıdır; diğer bir ifadeyle toplumsal ilerlemenin varacağı son evre devlettir. Politika’nın birinci kitabında, devletin doğuşuyla ilgili sayfalarda şöyle yazar:
“Sitenin varlığı, tıpkı ilk köylerinki gibi tabiidir; site, köyün bir neticesidir. Zira bir şeyin doğası onun amacıdır. Bir şeyin gelişimi tamamlandığında biz, o şeyin doğası diyoruz, örneğin bir insanın, bir atın, bir ailenin...”3.
2. Augustinus’a göre Tarih ve Toplumsal Değişim
Topluma, özelikle de toplumsal gelişme fikrine dair düşünceler, Augustinus (354-430) gibi Hristiyan filozofların eserlerinde de karşımıza çıkmaktadır. Augustinus, Batı Roma’nın siyasi ve ekonomik çöküşüne denk gelen bir dönemde, Antikite’den devraldığı düşünsel mirası yeni bin yıla, yani Orta Çağ’a aktarmıştır. 415-427 tarihleri arasında yazdığı Tanrı Devleti adlı eserinde, gelişmeci bir tarih teolojisi ortaya koyan Kuzey Afrikalı filozofa göre, her şeyin yaratıcısı olan Tanrı mutlak hâkimdir ve dilerse hayata her an müdahale edebilir. İnsanlığın geçmişi, şimdiki durumu ve geleceği, aslında en başta potansiyel (gizil güç) olarak yaratılmış olan şeylerin gerçekleşmesi sürecinden ibarettir. Bu düşünce biçimi, her şeyin Tanrı’nın müdahalesi ile gerçekleştiğini, O’nun yaratmasının her daim olduğunu savunan Yahudi geleneğinden radikal bir şekilde ayrılır. Augustinus’a göre Tanrı, her şeyi bir kuvvet olarak yaratmıştır ve bu gizil yaratılışın gerçekleşmesi için gerekli olan tek şey zamandır. Eski Yunan medeniyetinden kalan miras üzerine inşa edilen bu düşünce, Augustinus vasıtasıyla tüm Hıristiyan ve Batı tarih felsefesini etkilemiştir4.3. İbn Haldun’a göre Tarih, Toplum ve Devlet: Ümran İlmi
İslam düşünürleri arasında da sosyolojinin temel ilgi alanlarından olan toplumsal yapı ve değişime dair bugün için hâlâ değerini koruyan fikirler serdedenler olmuştur. Bunlardan gerek İslam dünyasında gerekse Batı’da en fazla tanınanlardan biri şüphesiz İbn Haldun (1332-1406)’dur. Kuzey Afrikalı (Tunus doğumlu) düşünür, XIX. yüzyıldan itibaren Avrupalı tarihçiler tarafından keşfedilmiş ve eserleri büyük ilgi çekmiştir. Gözleme dayanan ampirik (görgül) bir zemine oturttuğu çalışmalarıyla, XIX. yüzyılda doğacak sosyolojinin habercileri arasında sayılır.Kuzey Afrika’daki kısa ömürlü küçük devletlerin gelişme ve çöküş dönemlerine şahit olan İbn Haldun, gözlemlerini meşhur eseri Mukaddime’de kaleme almıştır5 . İbn Haldun’a göre tarihin görünür yüzünde bir dizi olaylar yer alırken, tarihin asıl manası gizli yüzündedir. Mukaddime’nin girişinde sırf nakil ve söylentilere dayanan bir tarih bilimine güvenilemeyeceğini, çeşitli milletlerin ve devletlerin gelişimlerinin peş peşe sıralanmasının tarihi anlamaya hiç bir katkı sağlamayacağını belirtir. Önemli olan bu gelişmenin sırrını kavramaktır. Nakledilen bilgilerin ve olayların bir mantık süzgecinden geçirilip, gerçeğe uygun olup olmadığını anlamak gerekir. Bu görüşleriyle İbn Haldun, modern historiografiye (bilimsel tarih yazımı) çok yaklaşan kuramsal-yöntemsel bir tutum sergilemiştir.
Peki, toplumların gelişip değişmesiyle ilgili bu mantık süzgeci nedir? Kuzey Afrikalı düşünüre göre tarihin gerçek bilgisine ulaşabilmek için sosyal olay ve olguların objektif gözleminden işe başlamak gerekir. Uygarlık ve toplulukların çeşitleri, zaman içindeki değişimleri ve bu değişimlerin nedenleri incelenmelidir. İşte bunu yapacak bir bilime ihtiyaç vardır. İbn Haldun, ilk kez kendisi tarafından kurulduğunu belirttiği bu ilme “Ümran İlmi” adını vermiştir. Böylece bir taraftan bilimsel tarihçiliğe, diğer taraftan da sosyolojiye oldukça yaklaşmıştır. İbn Haldun bu yeni bilimin araştıracağı konuları şöyle özetler: geçmiş çağlarda yaşamış kavimlerin durumları ve yaşayışlarında meydana gelen değişiklikler; bu kavimlerin idareyi ve ülkeyi ellerine geçirmelerinin sebepleri; insan topluluklarının tabiatları, yerleşik veya göçebe hayat, göçler ve nüfus hareketleri; devletlerin kuruluşu, kuvvet kazanmaları ve çökmeleri; üretim ve tüketim; bilim, sanat, ticaret; zamanın akışı içerisinde bu sayılan durumların değişmesi ve değişmelerin sebeplerinin incelenmesi.
İbn Haldun’un tarih yazıcılığı ve sosyoloji açısından önemi, ilk kez somut tarihsel olaylar arasındaki nedensellikten bahsetmesidir. Orta Çağ İslam düşünürü, nedenselliği tarihe uygulayarak, diğer bir deyişle olaylar arasında geriye dönük bağlantılar kurarak tarihe ve toplumlara ilişkin yasalar bulmaya çalışmıştır. Ona göre, tarihsel olayların doğruluklarını denetleyebilmek ancak böylelikle mümkün olabilmektedir.
İbn Haldun, toplumların sürekli bir değişim ve çatışma içinde olduklarını ileri sürer. Devleti de toplumsal bir olay değerlendirir ve inceler. Toplumun kökeni, insanın toplumsal bir varlık olmasına dayanır. Bir arada yaşama zorunluluğu, diğer bir ifadeyle toplum olma durumu, dayanışma ihtiyacından doğmuştur. İnsanlar, doğal zorluklarla baş edebilmek için bir arada (toplum olarak) yaşamak zorundadırlar. Toplumlar arasındaki farklar ise coğrafi şartlar ve iklim koşullarından kaynaklanmaktadır.
Bu düşüncelerinden hareketle İbn Haldun, iki toplum tipinden bahsetmiştir: göçebe toplumlar ve yerleşik toplumlar. Sosyal dinamik, diğer bir deyişle toplumsal değişme, bu iki toplum tipi arasındaki diyalektik çatışmadan kaynaklanmaktadır. Yerleşik toplumlar zamanla gevşer ve yozlaşır. Bu toplumlarda yaşayan insanlar zevk ve rahata düşkün hale gelirler. Göçebeler ise daha savaşçıdırlar ve aralarındaki bağ (asabiye) daha kuvvetlidir. Zamanla zenginleşen ve güç kazanan göçebe toplumlar, yerleşik uygarlıklar kurarlar ya da yerleşik uygarlıkları yıkarak yerlerine geçerler.
Göçebe toplumlarda düzeni yaratan sosyal ilişki/bağ veya İbn Haldun’un ifadesiyle “asabiye”, aynı zümreye mensup olmanın yarattığı dayanışmadan doğar. Bu bağ önce kabiledeki akrabalık ilişkilerinden doğar. Kabile geliştikçe, içine farklı soylar dâhil olunca, asabiye dar anlamda bir akrabalık bağı olmaktan çıkar geniş anlamda bir kavim ve kabile bağı halini alır. Göçebe toplumlarda düzenin kurulmasında, asabiye bağının yanı sıra şeflerin otoritesinin payı da vardır. Şefle kabile üyeleri arasındaki bağ, kendiliğinden doğan ve örfi kurallarla desteklenen bir bağdır. Devlet örgütüne sahip yerleşik toplumların tersine, göçebe toplumlarda şefin emrinde askeri bir güç bulunmaz.
Toplumun yerleşik bir düzene geçişiyle birlikte devlet doğar. Yerleşik uygarlık sürecine geçişle kabileler (soylar) birbiriyle kaynaşır/karışır ve nüfus artar. Ayrıca toplumda servet birikimi ortaya çıkar. Bu yeni durumda, düzeni sağlamak için asabiye artık yeterli değildir. Merkezi bir baskı ve kontrol aracına ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı karşılamak üzere siyasi iktidar (devlet) doğar.
İbn Haldun’a göre devlet, birbirleriyle rekabet ve mücadele halindeki kabilelerden birinin diğerlerine üstün gelmesi ve onlar üzerine üstünlük kurmasıyla başlar. Devlet toplumdan farklı bir kategoridir. Toplum, insanların birbirlerine yardım etmeleri zorunluluğundan doğmuştur. Devlet fikri ise, insanı hemcinslerinin saldırı ve zulmüne karşı koruma gereğinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İnsanlar diğer hemcinslerinin tecavüzünden korunabilmek için bir yasakçıya ihtiyaç duyar ve onun otoritesine boyun eğerler. Devletin ortaya çıkışı sosyal bir olaydır ve tıpkı toplum gibi, bir zorunluluktan ileri gelmektedir.
İbn Haldun’un tüm bu tespitleri, onun gözlemci yönünü ortaya koymaktadır. Devleti meydana getiren neden veya zorunlulukları, sosyal olaylarla açıklama eğiliminde olan bu İslam düşünürü, Mukaddime adlı eserinde devletlerin ve medeniyetlerin Arap-Müslüman dünyasında geçtikleri aşamaları döngüsel bir şekilde tasvir eder. İbn Haldun’a göre bir hükümdarlığın geçtiği beş aşama vardır: Birinci aşama, hükümdarın halkı ile birlikte hareket ettiği, zafer kazanılan ve devlet kurulan evredir; ikinci aşamada olası rakipler ortadan kaldırılır ve iktidar sağlamlaştırılır; üçüncü aşama feragat ve rahatlık çağıdır, hem yöneten hem de yönetilenler bolluk içindedir, hükümdarlar tek başlarına kendi düşünceleriyle iş görür; dördüncü evrede hükümdar seleflerinin yolundan giderek onların kazanımlarını korumaya çalışır ve barışı korur; beşinci ve son aşama ise israf ve saçıp dağıtma çağıdır, hükümdar kendinden önceki kazanımları kendi zevkleri uğruna dağıtır, hükümdarlığa katkısı olanları görevden uzaklaştırır, ordu teşkilatı bozulur ve nihayet devlet tedavisi mümkün olmayan hastalığa tutulur ve yıkılır6.
İbn Haldun’un kuruluş, ilerleme, doruk noktası, çöküş ve yok olma şeklinde birbirini takip eden aşamalarla tanımladığı bir devletin hayatı, insan hayatı ile çok büyük benzerlikler taşımaktadır. Zaten kendisi de bir devletin doğal ömrü ile herhangi bir insanınki arasında benzerlik kurar ve devlet ömrünün çoğunlukla üç insan neslinin yaşadığı süreyi, yani yaklaşık 120 yılı geçmeyeceğini belirtir. Devleti kuran ilk nesildir; ikinci nesil bolluk ve refah içinde yaşar ve yerleşik hayata alışır, ancak daha sonraki süreçte zaferler kesintiye uğrar; refah içinde yaşamaya alışan üçüncü kuşak ise devletlerini koruyamazlar ve devlet bu üç nesilde ihtiyarlık ve yıkılma çağına gelir, nihayet herhangi bir kuvvet saldırdığı takdirde devleti koruyacak ve karşı koyacak kuvvet bulunmayacak, devlet yıkılacaktır7. Ancak, İbn Haldun her ne kadar bir medeniyetin gelişim süreci ile bir canlının biyolojik döngüsü arasında karşılaştırmaya gitse de hükümdarlık için çöküş, doğal ölüm anlamına gelmemektedir. Söz konusu hükümdarlık, kendisini fetheden başka bir toplumun egemenliğine geçmektedir. Fethi gerçekleştiren yeni toplum ise yeni bir devletin temellerini atar ve yeni bir döngü başlar.
İbn Haldun’un yaşadığı döneme kadarki tarihsel süreci analiz ederek oluşturduğu yaklaşım gerek Osmanlı düşünürleri gerekse Batılı sosyal bilimciler arasında da yankı bulmuştur. Naîmâ (1655-1716) örneğinde olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun XVIII. yüzyılda içinde bulunduğu durumu anlamlandırmada İbn Haldun’un tarih yaklaşımına başvurulmuştur8. Naîmâ bir devletin hayatında beş aşama öngörür: Kuruluş dönemini iktidarın sağlamlaştırıldığı dönem takip eder, üçüncü aşamada huzur ve rahatlık hâkimdir, daha sonra bolluk ve aşırılıklar dönemi gelir ve nihayet çözülme dönemi ile hükümranlık yıkılır. Bu dönemlendirmeye göre 1683 yılındaki ikinci Viyana kuşatması ile Osmanlı İmparatorluğu dördüncü aşamaya, yani aşırılıklar dönemine girmiştir9.
Naîmâ’nın bu yaklaşımında İbn Haldun’un izleri açık bir şekilde görülür, ancak, bu benzerliğe rağmen temel bir farklılık vardır. İmparatorluğun askerî başarısızlıklar ve toprak kayıpları yaşadığı dönemden itibaren yapılan analizler her ne kadar İbn Haldun’unkiler ile paralellikler sunsa da, Osmanlı devlet adamlarının yaklaşımlarını belirleyen siyasal sistemdeki dengeyi ve bu dengeden hareketle toplumsal uyumu koruma amaçlarıdır. Diğer bir ifadeyle amaç, sadece sorunları tespit etmek değil, aynı zamanda iktisadî, siyasî ve toplumsal sorunlara çözüm önerileri getirmektir. İbn Haldun’un döngüsel şemasından hareket eden, fakat bu şemayı Osmanlı İmparatorluğu’na uygulamaya çalışan devlet adamları, devletin “sağlığını” kaybetmemesi ya da yeniden kazanması için birtakım öneriler sunmuşlardır. Oysa İbn Haldun için imparatorlukların yıkılması sürecin doğasında vardır, yani yıkılma bir kaza değil kaçınılmaz bir sondur10. Nitekim Fransız jeopolitika uzmanı Yves Lacoste, İbn Haldun’dan hareketle şu açıklamaları yapmaktadır: “Canlı organizma, yaratılışından itibaren ölümün mikroplarını içinde barındırır. Hayatın kaçınılmaz gelişimi, ölümün kaçınılmaz gelişimine yol açar. İmparatorluklar için de aynı durum geçerlidir11.”
4. XVII. ve XVIII. Yüzyıl Batı Düşüncesinde Toplum: Hobbes ve Rousseau
Aynı şekilde, Thomas Hobbes (1588-1679), John Locke (1632-1704) ve Jean-Jacques Rousseau (1712-1778)’nun eserlerinde de toplumsal farklılaşma, eşitsizlik, toplumsal çatışma, işbölümünün gelişmesi ve özel mülkiyet problemlerine ilişkin çeşitli sosyolojik temalara rastlamak mümkündür12.İngiliz düşünür Hobbes, ülkesinin ve Avrupa’nın yaşadığı genel kargaşa döneminde, kralın yetkilerinin sınırlandırılmasının yanlış olduğunu savunmuş, mutlak iktidarı sağlam temellere oturtmaya çalışmıştır. Hobbes’a göre mutlak iktidar kaynağını, Tanrı’dan değil bireylerin ortak çıkarlarından almalıdır. Hobbes, meşhur eseri Leviathan’da, ruhani ve dünyevi iktidar ayrımına karşı çıkmış, iç barışı sağlayabilmek için egemen gücün, dini ve dünyevi iktidarı tek elde toplaması gerektiğini savunmuştur.
Hobbes’un, devletle ilgili düşüncelerinin hareket noktası “doğal yaşam”dır. Ona göre insanların doğal yaşam sürdükleri – toplumsal bağların ve devletin olmadığı – dönem altın bir çağ olmaktan uzaktır. Tam tersine, devletin henüz olmadığı bu dönemde insanlar cehennem hayatı yaşamaktaydılar. İnsanların eşit ve sınırsız özgür oldukları doğal yaşam koşullarında “İnsan insanın kurdudur” (Homo homini lupus) sözü haklılık kazanmaktadır. İnsanların sürekli bir şekilde birbirlerinden korktukları böyle bir durumda uygarlığın ilerlemesi beklenemez. Hobbes’a göre, insanların birbirini ezdiği bu cehennem hayatına son vermek için bir sözleşme (kontrat) yapmak gerekmiştir. Bu sözleşmeyle insanlar, önceden sahip oldukları sınırsız özgürlüklerine son vermişler; kendilerini temsil edecek ve yönetecek dev insanı (Leviathan yani devlet) yaratmışlardır.
Hobbes’un kavramsallaştırdığı ve XVIII. yüzyıla damgasını vuracak “toplum sözleşmesi”, ilahi yasa ve dinsel egemenlik anlayışını reddeden bir dünya görüşü olarak gelişmişti. Toplum sözleşmesi teorisi, toplumun kökenlerini, sözleşmeye dayalı yükümlülüklere ve karşılıklı toplumsal ilişkilere dayandırmaktaydı. İnsan doğası bu teorinin temel taşıydı. Barışçıl ve birleşmiş bir sivil roplum ancak bireylerin bazı haklarından vazgeçmesi, bunları devlete (Leviathan) devretmeleri ile mümkün olabilirdi.
Toplum sözleşmesi kuramı, insan doğasıyla ilgili toplumdışı görüşlere bağlı kalmayı sürdürmüş ancak XVIII. yüzyıla damgasını vuracak dünyevi toplum teorisinin de yolunu açmıştı. Toplum artık, ilahi eylemin değil, insanların eylemlerinin ürünü olarak kavranıyordu. İngiltere’de iktidara giderek yaklaşan yeni sınıfın sözcülüğünü yapmış olan Locke ise, doğal koşulların daha ziyade barışı, iyi niyeti ve karşılıklı ilişkileri yansıttığını, toplumsal çatışmaların ve uzlaşmaz çıkarların ortaya çıkmasının ise özel mülkiyetin ve dolayısıyla toplumsal eşitsizliğin büyümesinden kaynaklandığını ileri sürüyordu. Locke’a göre doğal yaşama halinde “insan insanın kurdu” değildir; toplumun ve devletin henüz kurulmadığı bu dönem bir cehennem hayatı olarak değerlendirilemez. Aksine bu dönem, doğal özgürlük ve eşitlik dönemidir. İnsanlar bu haklara (özgürlük ve eşitlik) sahip olarak doğarlar. Hükümet Üzerine İki Deneme adlı eserinde, kapitalist üretim tarzının işleyebilmesi için elzem olan ve burjuvazinin ihtiyaç duyduğu kurumların düşünsel temellerini geliştirmeye yönelmişti.
Rousseau ise XVIII. yüzyılda, küçük burjuvazinin ve demokrasinin sözcülüğünü yapmış bir düşünürdür. Büyük burjuvazinin tercihi olan temsili demokrasiyi eleştirir, egemenliğin kaynağı bakımından milli egemenlik prensibini, egemenliğin kullanılması yönünden ise halk egemenliği prensibini savunur. İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Konuşma ve Toplum Sözleşmesi adlı eserlerinde Rousseau, toplumun bir sözleşmeden doğduğunu savunur. Ona göre doğal yaşama halinde insanlar eşit ve özgürdür. Ancak daha fazla şeye sahip olma hırsı ve varlıklı-yoksul ayrımının ortaya çıkması yüzünden mutlu yaşam zamanla sona ermiştir. Rousseau’ya göre toplum hayatında da doğal yaşam durumunda olduğu gibi özgür olunabilecek bir sistem kurmak gerekir. Rousseau’nun hayal ettiği sistemde, toplumu teşkil eden bireylerin ortak iradeleriyle oluşturacakları kuvvet (devlet), bireylerin canlarını ve malları korumalı, ayrıca özgürlüklerini de güvence altına almalıdır.
Yukarıda andığımız XVII. ve XVIII. yüzyıl düşünürlerinin çeşitli sosyolojik temalara temas etmeleri, onlara sosyolog diyebilmemiz için yeterli değildir. XVIII. yüzyıldan önceki felsefeye, ya da daha genel bir ifadeyle düşünce iklimine, zayıf bir toplumsal anlayış egemendi. Toplum, dünyevi kurumları ve süreçleriyle nesnel bir yapı olarak değil, modern devletlerin ve politik yükümlülüklerin oluşumunda, toplum öncesi bireylerin gönüllü boyun eğişi ile toplumdışı güçlerin ürünü olarak tanımlanıyordu. İnsan toplumunun ve toplumsal düzenin temeli olarak insan doğasının vurgulanması, topluma tarihötesi bir sürecin ifadesi olarak bakan görüşe zemin hazırlıyordu. Topluma faklı düzeylerden (politik, ekonomik, kültürel) oluşmuş ve onların özgül, nesnel yasalara göre işlemesine bağlı, karmaşık bir yapı olarak bakan bir anlayış henüz gelişmemişti. Bu anlamıyla sosyolojinin gerçek öncüleri arasında, bir sonraki dersimizin konusu olacak Vico ve Montesquieu’yü saymak daha doğrudur.
Kaynakça
1 Aristote, Politique, Birinci Kitap, Fransızcaya çev. Jean Aubonnet, Paris, Société d’Édition Les Belles Lettres, 1968, s. 107, n. 2.2 Aristote, a.g.e., s. 24-28.
3 Aristote, a.g.e., s. 14.
4 Aziz Augustinus’un düşünsel mirası hakkında bkz. Robert A. Nisbet, “Developmentalism: A Critical Analysis”, John C. McKinney, Edward A. Tiryakian (ed.), Theoretical Sociology. Perspectives and Developments, New York, Meredict Corporation, 1970, s. 172; Robert A. Nisbet, Social Change and History. Aspects of the Western Theory of Development, New York, Oxford University Presss, 1969, s. 63-103 ve Karl Jaspers, Les grands philosophes, c. II, Paris, Union Générale d’Édition, 1967, s. 257-264 ve 294-299.
5 Mukaddime, 7 ciltten oluşan dünya tarihi Kitab ül-İber (İbretler Kitabı)’e “Giriş” olarak yazılmıştır. Bkz. İbn Haldun, Mukaddime, çev. Zakir Kadiri Ugan, İstanbul, Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yayınları, 1988.
6 İbn Haldun, a.g.e., c. I, s. 444-447.
7 İbn Haldun, a.g.e., c. I, s. 431-435.
8 Bkz. Cornell Fleischer, “Royal Authority, Dynastic Cyclism, and ‘Ibn Khaldûnism’ in Sixteenth-Century Ottoman Letters”, Journal of Asian and African Studies, XVIII/3-4 (1983), s. 199-201.
9 Norman Itzkowitz, Ottoman Empire and Islamic Tradition, Alfred A. Knopf, New York 1972, s. 100-103.
10 İbn Haldun, a.g.e., c. II, s. 94-96.
11 Yves Lacoste, Ibn Khaldoun. Naissance de l’histoire, passé du tiers monde, Paris, François Maspero, 1978 (1966), s. 163 ve 209.
12 Bu düşünürlerin görüşleri, Siyasal Düşünceler Tarihi derslerimizde daha ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır.
13 Alman düşünür Leibniz (1646-1716), sosyolojinin kurucusu Auguste Comte’un esin kaynaklarındandır. Comte’un geliştirdiği “üç hal kanunu” ve genel olarak dinamik sosyolojinin düşünsel temelleri için bkz. Gottfried Wilhelm Leibnitz, La Monadologie, Paris, Librairie Delagrave, 1930, s. 153.
14 Émile Durkheim, Les règles de la méthode sociologique, Paris, Quadrige/Presse Universitaire de France, 1983 (1. Baskı 1895), s. 98.
Tarih: 2019-09-26 11:07:11 Kategori: Sosyoloji
Kitaptan sorunu tarat hemen cevaplansın.
Yorum Yapx